Seoul’ün sabahları kendine has bir ritme sahiptir. Sokaklardan gelen scooter sesleri, taze sebze tezgâhlarının telaşı ve bir yerlerde duyulan espresso makinesinin yumuşak buhar sesi.
İşte ben de bu ritmin içinde, Mangwon-dong’un canlı sokaklarında dolaşırken buldum kendimi. Her köşe ayrı bir hikâye. Plak dükkânları, küçük fırınlar, çiçeklerle dolu dükkanlar… Vegan dostu bir semt..
Ve bir köşede, hafif kavrulmuş kahve kokusunu takip ederken karşıma çıktı o küçük tabela: “PP Coffee.”
Gösterişli bir tabelası yok. Parlak ışıklar, büyük camlar da yok.
Ama kahve kokusu kesinlikle sizi içeriye adım atmaya zorluyor.

Küçük bir mekân. Birkaç masa, köşede eski bir kahve kavurma makinesi, cam kavanozlarda kahve çekirdekleri ve odanın içinde yanan kömürün çıkardığı o hafif çıtırtı sesi.
Tezgâhın arkasındaki adam başını kaldırıp gülümsedi ve sakin bir sesle sordu:
“Yumuşak mı istersiniz, sert mi?”
Hepsi bu kadar.
Ne karamel macchiato, ne kremalı latte… Sadece kahve.
Ben “sert” olanı seçtim.
Adam başını hafifçe salladı, çekirdekleri el terazisinde tarttı ve kahve yapma ritüeline başladı.
Her hareketinde bir düzen, bir sabır vardı. Suyun dairesel akışı, öğütülmüş kahvenin kokusu, demliğin sessiz buharı…
Hiç acele yoktu. Sadece ritim.


Kahvenin Kökleri – Bin Yıllık Bir Hikâye
Onu izlerken düşündüm; kahvenin kendi yolculuğunu.
Yüzyıllar önce Etiyopya’nın yüksek tepelerinde, bir çobanın keçilerinin kırmızı meyveleri yedikten sonra daha haraketli olduklarını fark etmesiyle başlamıştı her şey.
Oradan Yemen’e, oradan İstanbul, Venedik, Paris ve Londra’ya kadar uzanmıştı.
Bir içecekten çok daha fazlası olmuştu: fikirlerin, hikâyelerin ve devrimlerin eşlikçisi.
Kore’de ise kahve tarihi daha genç.
İlk kahve, 19. yüzyılın sonlarında Kral Gojong’un sarayında içilmiş. O zamanlar kahve lüks bir içecek, modernleşmenin bir sembolü.
Ama zamanla değişti. Artık öğrencilerin sabahlarına, ofis çalışanlarının molalarına, sanatçıların ilham anlarına eşlik ediyor.
Ve şimdi, bu küçük Mangwon kafesinde sanki bütün bu tarih bir fincanda buluşmuş gibiydi.


Bir Fincanı Aceleye Getirmeyen Adam
PP Coffee’nin sahibi bu köşede 20 yılı aşkın süredir kahve demliyor.
Saçlarına düşen grilik, ellerindeki sakinlik ve yüzündeki huzur… her biri zamanla şekillenmiş.
Dükkândaki çoğu alet kendi elinden çıkmış: kavurma makinesi, filtre standları, hatta süzgeçleri bile kendi tasarlamış.
Kendi demleme tekniğine “Yung Drip” adını vermiş.
Bu yöntemde kahve, kâğıt filtre yerine özel bir kumaş filtreden süzülüyor. Bu sayede kahvenin doğal yağları korunuyor, lezzet daha yumuşak ve katmanlı hale geliyor.
Bir röportajda şöyle demiş:
“Makineler kahve yapabilir ama hikâye anlatamaz.”
Ve gerçekten de öyle. PP Coffee’de içtiğiniz her yudum bir hikâyedir. İnsanla kahve, zamanla sabır arasındaki bağı hissettirir.


Bir Tadın Anlattıkları
Sonunda kahvem geldiğinde ne süs vardı ne köpük. Sade, sade olduğu kadar da anlamlı bir fincan kahve.
İlk yudumda toprak gibi derin, sonunda meyvemsi bir tat bırakan bir kahveydi bu.
Zamanla açılan aromalar sanki bir şarkı gibi… yavaş, anlamlı, kalıcı.
Yanına küçük bir parça ev yapımı kek koydu.
“Kendim yapıyorum.” dedi gülümseyerek.
O kekin hafif tatlılığıyla kahvenin yoğunluğu birleştiğinde… sadece bir içecek değil, bir deneyim oldu.


Kokusu İçimde Kaldı
Dışarı çıktığımda güneş yükselmişti, Mangwon tamamen uyanmıştı.
Ama içimde o sakinlik, o kahve kokusu hâlâ duruyordu.
Seul’de yüzlerce kafe var. Kimi modern, kimi gösterişli, kimi sosyal medya için tasarlanmış.
Ama PP Coffee başka.
Fotoğraf çekmek için değil, kahvenin anlamını hatırlamak için gidilen bir yer.
Kahve burada bir içecek değil,
bir an,
bir paylaşım,
bir sessizlik.

Gitmek İsteyenler İçin
Adres: 1. Kat, Donggyo-ro 23, Mapo-gu, Seul




