Snæfellsnes Yol Hikayesi İzlanda’nın Batısında Geçen Bir Yaz Günü

İzlanda’da yaz mevsimi sanki Dünya’nın herkesten sakladığı bir sır gibi. Güneşin ışığını gün boyu hiç karartmadığı, manzaraların bir hikaye kitabını okur gibi her sayfada değiştiği bir mevsim.

Çok basit bir planla yola çıktım. Snæfellsnes Yarımadası’nı gezmek, yolun beni nereye götüreceğini görmek ve İzlanda’nın bana göstereceği her türlü büyüyü takip etmek.

Reykjavík’ten yarım saatlik bir yolculuktan sonra bu toprakların gerçek yerlileri görmeye başladım. İzlanda atları ve koyunları doğada özgürce dolaşıyorlar. Birçok ülkeden farklı olarak İzlanda yaz aylarında hayvanlarının serbestçe dolaşmasına izin veriyor. Bu güzel bir geleneğin parçası.

Her sonbaharda çiftçiler réttir adlı asırlık bir etkinlikte, at sırtında kırlara çıkarak koyunlarını ve atlarını vahşi doğadan geri toplarlar. Bu serbest dolaşım hayatı, hayvanların dayanıklı, sağlıklı ve toprakla derin bir bağ kurmalarını sağlar.

İzlanda atları ise çok özeldir. Tıknaz, güçlü, kalın yeleli İzlanda atlar. Tölt adı verilen benzersiz yürüyüşleriyle ve tanışabileceğiniz en dost canlısı hayvanlar olmalarıyla ünlüdür. Güçlü olmalarının sebebi İzlanda’ya gelen ilk Viking topluluklarının yanlarında sadece en güçlü atlarını getirmeleri. Bu sebeple soyun aynı şekilde devam etmesi için İzlandalılar atlarını aşılamazlar. Ve eğer herhangi bir sebeple At yurtdışına çıkarsa tekrar geri dönmesine izin vermezler.

Búðakirkja – Sessizlik içinde duran siyah bir kilise

İlk durağım Búðir’in siyah kilisesi Búðakirkja’ydı. Daha önce fotoğraflarını görmüştüm, ama onu çevreleyen sessizliğe hiçbir şey sizi hazırlayamaz.

Lav tarlasının üzerinde, arkasında okyanus ve ötesinde dağlar bulunan bu küçük ahşap kilise dünyalar arası bir geçit gibi. 1703 yılında inşa edilen ve 1980’lerde orijinal tasarımı kullanılarak yeniden inşa edilen kilise, bugün hala törenler ve düğünler için kullanılıyor.

Etkilemek için görkemli mimariye veya altın sunaklara ihtiyaç duymuyor. Bağırmak yerine fısıldıyor ve bazen bu daha güçlü oluyor.

Arnarstapi – Folklorun Denizle Buluştuğu Köy

Yol beni Arnarstapi’ye getirdi. Kara ile denizin çarpıcı bir şekilde birleştiği bazalt kayalıklar ve çarpan dalgaların olduğu küçük bir liman kasabası. Arabayı park ettim ve kıyı şeridindeki patikada dolaşarak Atlantik rüzgârının beni uyandırmasına izin verdim.

Gatklettur taş kemeri burada bulunuyor. Rüzgar ve deniz tarafından oyulmuş, doğanın kendi heykeli.

Yakınlarda, yarımada’yı koruduğu söylenen efsanevi bir figür olan Bárður Snæfellsás’ın devasa bir taş heykeli duruyor. Yarı insan yarı trol olan bu figür, kayalıklar kadar bu manzaranın bir parçası.

Malarrif ve Gizli Siyah Kumsal

Yarımadanın batı ucuna doğru ilerlerken Malarrif Deniz Feneri’ni geçtim ve tamamen kendime aitmiş gibi hissettiğim bir plaj buldum. Kalabalık değildi. Tur otobüsleri yoktu. Sadece siyah volkanik çakıl taşları, iyot kokulu hava ve okyanusun sonsuz ritmi vardı.

Daha sonra bu bölgenin Jules Verne’in Yer’in Merkezine Yolculuk romanıyla ünlü hale gelen buzul kaplı yanardağın adını taşıyan Snæfellsjökull Milli Parkı’nın bir parçası olduğunu öğrendim. Açık mavi gökyüzünün altında bile yanardağ gizemli görünüyordu. Uzaktan görkemli ve biraz ürkütücü.

Skarðsvík Hiç Beklemediğim Beyaz Kumsal

İzlanda’daki çoğu kumsal siyah. Bu yüzden Skarðsvík beni çok şaşırttı. Bir an lav tarlalarının içinden geçiyordum bir diğer sayfada ise beyaz kumlara ve turkuaz dalgalara bakıyordum.

Bu plaj nadir bir beyaz plajlardan bir tanesi. Eski deniz kabuklarından oluşmuş bu kumsal güneşte altın gibi parıldamakta. Kalabalık yok, çitler yok, sadece doğanın en sessiz hali var. Ayaklarımı buz gibi suya daldırdım ve anın keyfini çıkardım.

Hellissandur Balıkçı Köyü

Birkaç dakika sonra market ararken yaklaşık 400 kişinin yaşadığı renklerle dolu Hellissandur köyüne vardım. Bir zamanlar mütevazı bir balıkçı köyü olan bu yer artık İzlanda’nın sokak sanatı başkenti olarak biliniyor.

Devasa duvar resimleri evleri ve eski binaları sarıyor. Balinalar, kuzgunlar, tanrıçalar ve cesur semboller her köşeyi bir galeriye dönüştürüyor. Siyah lav ve gri gökyüzünün karşısında, bu renkler hem isyan hem de kutlama gibi.

Kıyı boyunca yürürken 10-12 yaşlarında bir çocuğun kayalıklara oturup uzaklara dalıp gittiğini gördüm. Ne düşünüyordu acaba ? Belki de Filistin’de, Gazze’de açlıktan ölen yaşıtlarını düşünüyordur…

Dönüş yoluna geçtiğimde bugün görmeyi ummadığım bir manzara ile karşılaştım. Kirkjufell !! Muhtemelen bu fotoğrafı daha önce görmüşsünüzdür. İzlanda’nın en çok fotoğraflanan dağıdır ve bunun iyi bir nedeni vardır. Dağ, her açıdan mükemmel görünüyor. Sanki özel olarak tasarlanmış gibi.

Kameram dolu, kalbim daha dolu bir şekilde son bir benzin istasyonu kahvesi aldım. Müzik listesini açtım ve Reykjavík’e doğru yola çıktım. 400 kilometrelik tüm yolculuk sakin bir macera gibiydi. Acele yok, yapılacaklar listesi yok, sadece dolaşma ve keşfetme özgürlüğü var.

Kalın Sağlıcakla

Yazıyı Paylaş

Önerilen Yazılar