Almanya’da kısıtlı bir zamanım olduğu ve önceliğimin İkinci Dünya Savaşı’na dair izleri takip etmek olduğu için zamanımın çoğunu Berlin’de geçiriyorum. Fakat Hamburg hakkında o kadar güzel övgüler duydum ki gitmesem olmazdı. Yerel bir otobüs firmasından otobüs biletimi aldım ve Berlin’den Hamburg’a doğru üç saat kadar sürecek olan ve hiçte rahat olmayan yolculuğum başladı.


Almanya’nın ikinci büyük şehri olan Hamburg, suyun, köprülerin ve kanalların büyüsüyle dolu bir kent. “Dünyaya Açılan Kapı” olarak anılan Hamburg, Avrupa’nın en büyük limanlarından birine ev sahipliği yapıyor. Ticaretin getirdiği zenginliği sokaklarda yürürken görebiliyorsunuz. Almanya’nın kuzeyindeki bu büyüleyici yerde sadece bir gecem vardı. İkonik yerleri gezmeye zamanım yetmedi ama sokaklarında kaybolmak ve şehrin bana kendi hikâyesini anlatmasına izin vermek için fazlasıyla yeterli oldu.

Hamburg’un zenginliği ve gücü Hansa Birliği’ne kadar uzanıyor. Orta Çağ’da Avrupa’yı birbirine bağlayan bu ticaret ağı Hamburg’u sadece bir tüccar şehri değil adeta ticaretin krallığı hâline getirmiş. Bugün bile şehrin görkemli binaları, tarihi ambarları ve hareketli limanı yüzyıllardır süregelen bu ticaret ruhunu yaşatıyor.


Şehirde sınırlı zamanım olduğu için en sevdiğim keşif yöntemini uyguladım.. hedefsizce yürümek. Hamburg yürüyerek keşfetmeye en uygun şehirlerden biri. Geniş caddeleri, ihtişamlı binaları ve aralarına serpiştirilmiş küçük, samimi kafeleriyle her adımda yeni bir şey keşfetme hissi uyandırıyor.

Bir noktada kendimi St. Michael Kilisesi (Michel)’in önünde buldum. Hamburg’un en ünlü yapılarından biri olan bu barok tarzı kilisenin kulesi, yüzyıllardır denizciler için bir rehber olmuş. İçeri girmedim ama durup onu izlemek bile yetti.. sanki şehrin deniz ruhuna sessizce bekçilik ediyordu.


Hamburg’un şekillenmesinde suyun büyük etkisi var. Sadece Elbe Nehri değil, şehrin içinden geçen kanallar ve büyük göller de bu yapıyı oluşturuyor. Binnenalster Gölü’nün kıyısında yürürken, insanların sohbet edip yürüyüş yaptığını, bazılarının ise sadece suya dalıp düşündüğünü gördüm. Gölün üzerindeki ışık yansımaları, sanki şehir kendi hikâyesini anlatıyormuş gibi bir hava katıyordu.

Sonrasında Speicherstadt’a ulaştım—Hamburg’un ünlü ambar bölgesi. Kırmızı tuğlalı binaların sıralandığı bu tarihi alan, zamanında dünyanın dört bir yanından gelen kahve, çay ve baharatların saklandığı bir yer. Bugün modern müzeler, ofisler ve şık kafelerle dolu olsa da havasında hâlâ geçmişin izleri var.

Yürümeye devam ederken kulağıma müzik sesleri çalındı. Hamburg müzikal anlamda büyük bir geçmişe sahip. En ünlü hikâyelerden biri de The Beatles’ın burada müziğe adım atması. Liverpool’dan önce Hamburg’un kulüplerinde çalarak kendilerini bulmuşlardı.

Hamburg sürekli hareket hâlinde olan bir şehir. Gemiler gelip gidiyor, ticaret dönüyor, müzik sokaklara yayılıyor. Ama bu hareketliliğin içinde bir durgunluk da var. Sanki şehir geçmişiyle, bugünüyle ve geleceğiyle barışık.


Ne Elbphilharmonie konser salonuna gittim ne de limanda tekne turu yaptım. Michel’in tepesine çıkıp manzarayı bile izlemedim. Ama sadece bir gecede Hamburg’un ruhunu hissettim.
Tekrar döner miyim? Kesinlikle. Ama dönmesem bile, bu tek gece bile bana yetti—sanki Hamburg’un her sokağı kendi hikâyesini anlatıyor ve attığım her adım beni zamanın içinde bir yolculuğa çıkarıyordu.